Simdi cok vaktim yok ama blok, gecenlerde paskalya bayramimi kutlamaya babam geldi, 10 gun kaldi. Bu 10 gunun 6 gununde benim de tatilim vardi (paskalya ve haftasonu vb.). Guzel gezdik. sonra foto da koyarim ama hemen ilk izlenimler:
Strasbourg- Fransa Almanya sinirinda Alman etkisinde bir Fransiz sehri. Fransa Fransadir yine de, siniri gecince kadinlarin giyim sekli bile degisti valla. Guzel bir sehir, turistik, gezmelik bir yer.
Ulm- Bok gibi bir havada gittik buraya, dunyanin en uzun kulesine sahip kilisesi burada (Evet, sanilanin aksine Koln'de degil). 700 bilmemkac basamagi sogugun da etkisiyle sanirim 15 dakikadan az bi surede ciktik. Manzara guzeldi, bence Ulm, Tuna nehri ustundeki kaynaga en yakin buyuk(kime gore neye gore) sehirlerden biri olma ozelligiyle de dikkate deger.
Stuttgart-Evet, 1 yildir Tubingen'de yasayip Stuttgart'a gezmeye gitmemistim ben. Bir caddesi var carsi misali, baska da bi numarasi yok. Muzeler gezilebilir gidip.
Zurih-Ben begendim. Kucucuk bir sehir merkezi var, golu falan da insanin icini aciyor. Az biraz pahali bir yer gerci, gidecekseniz haberiniz olsun. bufeden alinmis 2 doner durum 1 kolaya 50 tlye esdeger bir para verdim.
schaffhausen:Tren aktarmalari arasinda gezdigimiz bonus sehir. ben begendim. Kucucuk eski binalarla suslu bir sehir merkezi var. Almanya- Isvicre sinirinda, Isvicre sehri. Bir de buraya yakin bir selale var Ren nehri uzerinde, trenle biraz da yuksekten gecerken goruldugunden tadindan yenmez.
Trenle bastan basa karaormani gectik, manzara sahaneydi.
Buradaki Flammkuchen ile Strasbourg'daki farkli, yedigimiz seyi ustune para verseler yemezdim normalde, oyle kotuydu. Flammkuchen yoresel alman mutfagina ait pizzamsi krepimsi bir sey.
Bizimkiler daha ziyade kesif gezisiydi, o yuzden pek muze gezmedik. Zamanimizin buyuk kismi yolda gecti zaten.
Oyle iste. Ayrintilar daha sonra olsun. Kopekler gibi calismam gerek simdi, ve Matlab'la anlasamiyoruz bugun.
18 Nisan 2012 Çarşamba
4 Nisan 2012 Çarşamba
senden benden bizden
Hazir yazmaya baslmisken hizimi alamadim yine, ya da yapmam gerekenleri ertelemek icin bahane ariyorum.
Dario Fo okumak istiyorum bu aralar. Bugun bir kere daha dehsetle farkettim ki, tabii ki adamin tum calismalari Ingilizceye cevrilmemistir. Laaan, Italyanca mi bilmek gerek simdi?
Neyse, buyuk ihtimalle babam gelecek iki gun sonra, biraz da onunla gezer, onlari anlatirim be blog.
Arada kalkip telefonla konusunca ne yazacagimi unuttum, canim sagolsun :)
Dario Fo okumak istiyorum bu aralar. Bugun bir kere daha dehsetle farkettim ki, tabii ki adamin tum calismalari Ingilizceye cevrilmemistir. Laaan, Italyanca mi bilmek gerek simdi?
Neyse, buyuk ihtimalle babam gelecek iki gun sonra, biraz da onunla gezer, onlari anlatirim be blog.
Arada kalkip telefonla konusunca ne yazacagimi unuttum, canim sagolsun :)
Heidelberg anilarim ya da trende tanistigim insanlar vol bilmemkac
Bu bir mailden corulmustur:
dün gezmeye gittim, seni de andım bol bol. Bir de sana kartpostal aldım gittiğim yerden:)
gezmeye gittiğim yerin adı Heidelberg. Çok güzel, tarihi, turistik bir üniversite şehri. Oraya kadar gitmişken Mannheim diye başka bir Alman şehrini de ziyaret ettim ama orası bok gibi, hiç sevmedim.
Fotoğraf makinemi evde unutmuşum ama telefonla çektim bol bol. Adam gibi fotoğrafları facebook a koyar, bu kısa gezim hakkında belki bir blog yazarım :)
Rastgele birileriyle gezmek benim için sinir bozucu olabildiğinden yalnız gittim. Kaleye tırmanırken yanımda olmanı diledim, bir de üniversite kütüphanesini gördüğümde. Ben böyle heybetli kütüphane görmedim arkadaş, wikipediadaki Heidelberg sayfasında resmi var, ben de çektim ama, binayı gerçekten görmen gerek bence.
Özetle diyeceğim o ki, Heidelberg'de yaşanır misal. Amerikan üssü var o nedenle yaklaşık 30 bin Amerikalı yaşıyor, hem bu sebepten hem de çok turist geldiğinden paşa paşa her şeyin İngilizcesini de yazmışlar, İngilizce konuşurken özür dilemek zorunda değilsin, herkes seninle İngilizce konuşuyor. Hatta haritaya baktığımı gören Alman bir amca yardım ister misin diye yanıma geldi, adamın Alman olduğuna inanamadım, Biyoloji, Fizik ve Kimya okumuş. Acayip takdir ettim. O da benim Türk olduğuma şaşırdı, Mannheim'daki Türkleri görünce sebebini anlamakta pek gecikmedim.
Bir de tren yolculuğu güzel şey. Burada günlük eyalet bileti var, o bileti alıp bir gün boyunca istediğin araca sınırsız binebiliyorsun eyalet içinde. İlk kez onu yaptım işte, aslında 5 kişiye kadar geçerli bilet ve ne kadar kalabalıksan o kadar ekonomik oluyor ama işte dediğim gibi, saçma sapan trip çekmek istemedim.
Neyse bu biletler ekspres ya da hızlı trenlerde geçmiyor, o yüzden yolculuk uzun sürüyor ama olsun, yolculuk da güzel bir his. Mutlu oldum resmen :)
Trende dönerken karşıma Fransız turist bir amca oturdu. Tahminimce 50 yaşlarında. Ama adamın saçlar ve favoriler Elvis, üzerinde kot, gömlek ve spor bir yelek vardı, kollarında dövmeler, ayağında spor ayakkabıları, boynuna astığı küçük çantasında pasaportu ve seyahat belgeleri, yeleğin cebinde Almanca olduğunu tahmin ettiğim küçük sarı cep sözlüklerinden :) Kitap okuyordu, bir şey demedim. Adamla 1 saat karşılıklı oturduysak, kaçamak bakışlarla birbirimizi süzdük, ben onun söze girmesini bekledim çünkü Fransızlar genelde İngilizce bilmiyor, o da benimle nece konuşması gerektiğini çözememiş olabilir, salak salak heyecanla camdan dışarı bakıyordum, bu heyecanımı sevdi, o da bakmaya başladı. Sonra sıkıldı, müzik dinlemeye başladı kulaklıkla. Sanırım Fransızca funk- rock gibi bir müzik dinliyordu. Eşlik etmeye başladı, şarkıyı mırıldanıyor, ritim tutuyor, kendi kendine neredeyse dans ediyordu. Trende koridorun diğer tarafında ise orta yaşı geçmiş, yaşlı sayılabilecek ve tipinden anlaşıldığı kadarıyla tipik- yöresel tutucu bir Alman teyze oturuyordu. Adam sağa sola dönerek şarkı mırıldandıkça kadın dehşete düştü, her seferinde tekrar dehşete düştü, ben adama gülümsüyorum, kadın ikimize bakarak dehşete düşüyor. Resmen kahkahayı basmamak için dudaklarımı kemirdim. Zavallı teyze hayatında ilk kez böyle bir yaşam enerjisi görmüş olsa gerek. Amcayı çok sevdim, inerken bana Almanca hoşçakal dedi :) Yaşam enerjisini sevdim adamın, çok tatlı bir de sırt çantası vardı. Tam gezgin yani.
Öyle işte. Hadi gel buralara, gezelim :)
dün gezmeye gittim, seni de andım bol bol. Bir de sana kartpostal aldım gittiğim yerden:)
gezmeye gittiğim yerin adı Heidelberg. Çok güzel, tarihi, turistik bir üniversite şehri. Oraya kadar gitmişken Mannheim diye başka bir Alman şehrini de ziyaret ettim ama orası bok gibi, hiç sevmedim.
Fotoğraf makinemi evde unutmuşum ama telefonla çektim bol bol. Adam gibi fotoğrafları facebook a koyar, bu kısa gezim hakkında belki bir blog yazarım :)
Rastgele birileriyle gezmek benim için sinir bozucu olabildiğinden yalnız gittim. Kaleye tırmanırken yanımda olmanı diledim, bir de üniversite kütüphanesini gördüğümde. Ben böyle heybetli kütüphane görmedim arkadaş, wikipediadaki Heidelberg sayfasında resmi var, ben de çektim ama, binayı gerçekten görmen gerek bence.
Özetle diyeceğim o ki, Heidelberg'de yaşanır misal. Amerikan üssü var o nedenle yaklaşık 30 bin Amerikalı yaşıyor, hem bu sebepten hem de çok turist geldiğinden paşa paşa her şeyin İngilizcesini de yazmışlar, İngilizce konuşurken özür dilemek zorunda değilsin, herkes seninle İngilizce konuşuyor. Hatta haritaya baktığımı gören Alman bir amca yardım ister misin diye yanıma geldi, adamın Alman olduğuna inanamadım, Biyoloji, Fizik ve Kimya okumuş. Acayip takdir ettim. O da benim Türk olduğuma şaşırdı, Mannheim'daki Türkleri görünce sebebini anlamakta pek gecikmedim.
Bir de tren yolculuğu güzel şey. Burada günlük eyalet bileti var, o bileti alıp bir gün boyunca istediğin araca sınırsız binebiliyorsun eyalet içinde. İlk kez onu yaptım işte, aslında 5 kişiye kadar geçerli bilet ve ne kadar kalabalıksan o kadar ekonomik oluyor ama işte dediğim gibi, saçma sapan trip çekmek istemedim.
Neyse bu biletler ekspres ya da hızlı trenlerde geçmiyor, o yüzden yolculuk uzun sürüyor ama olsun, yolculuk da güzel bir his. Mutlu oldum resmen :)
Trende dönerken karşıma Fransız turist bir amca oturdu. Tahminimce 50 yaşlarında. Ama adamın saçlar ve favoriler Elvis, üzerinde kot, gömlek ve spor bir yelek vardı, kollarında dövmeler, ayağında spor ayakkabıları, boynuna astığı küçük çantasında pasaportu ve seyahat belgeleri, yeleğin cebinde Almanca olduğunu tahmin ettiğim küçük sarı cep sözlüklerinden :) Kitap okuyordu, bir şey demedim. Adamla 1 saat karşılıklı oturduysak, kaçamak bakışlarla birbirimizi süzdük, ben onun söze girmesini bekledim çünkü Fransızlar genelde İngilizce bilmiyor, o da benimle nece konuşması gerektiğini çözememiş olabilir, salak salak heyecanla camdan dışarı bakıyordum, bu heyecanımı sevdi, o da bakmaya başladı. Sonra sıkıldı, müzik dinlemeye başladı kulaklıkla. Sanırım Fransızca funk- rock gibi bir müzik dinliyordu. Eşlik etmeye başladı, şarkıyı mırıldanıyor, ritim tutuyor, kendi kendine neredeyse dans ediyordu. Trende koridorun diğer tarafında ise orta yaşı geçmiş, yaşlı sayılabilecek ve tipinden anlaşıldığı kadarıyla tipik- yöresel tutucu bir Alman teyze oturuyordu. Adam sağa sola dönerek şarkı mırıldandıkça kadın dehşete düştü, her seferinde tekrar dehşete düştü, ben adama gülümsüyorum, kadın ikimize bakarak dehşete düşüyor. Resmen kahkahayı basmamak için dudaklarımı kemirdim. Zavallı teyze hayatında ilk kez böyle bir yaşam enerjisi görmüş olsa gerek. Amcayı çok sevdim, inerken bana Almanca hoşçakal dedi :) Yaşam enerjisini sevdim adamın, çok tatlı bir de sırt çantası vardı. Tam gezgin yani.
Öyle işte. Hadi gel buralara, gezelim :)
Take me out tonight where there is music and there is people
Selam sevgili okur falan filan
kac ay olmus ben yazmaya useneli. Kis uykusunda kis depresyonundaydim sanirsam.
Bir zor geldi yazmak anlatamam.
Oysa ki ablam kac kere dedi, yaz sen guzel oluyor okumak diye. facebook, twitter, eski usul mektuplarin yerini alan mektuplasmak derken yazmaya erindim. Evet boyle bir kelime var blog, Bilmiyorsan teessuf ederim.
The Smiths'ten There's a Light That never goes out dinliyorum. boyle de hemen 500 Days of Summer videosu paylasirim, oh be!
Arada gezdim tozdum, yedim ictim. Anlatirim belki sana da blog. Data analiziyle ugrasiyorum, sikkinim.
Ustume bir lab rotation ogrencisi kaldi, doktoramin ilk yilinda bir ogrenciye supervizorluk yapma serefine ulasmis oldum(fakir avuntusu bu, evet).
Arada Heidelberg'e gittim, bir sonraki postta onu anlaticiim. Tembelligimden zamaninda H.ya yazdigim maili koyacagim buraya :)
Gecen haftasonu Istanbul'daydim, cok gezdim tozdum, guzel kokteyller ictim. Indigo'da MFO diye bir frozen ictim, karpuzlu. Oh mis. Ismini unuttugum bir yerde tipitip kokulu ismini unuttugum bir kokteyl ictim o da guzeldi. Bir de H'nin deyimiyle 'cok degisik bir yer' sifati kazanmis olan (inner joke,anlatmasi zor geldi, pardon) Urban'da bloody mary ictim. Bu arada bloody mary dedigimde blackberry anlayan garsona da ayrica sevgiler, biz seni boyle de seviyoruz. H. benden tiksindi domates suyu iciyorum diye :D Beni ictigim domates suyuyla sevecek birileri var mi:D
neyse onun disinda bir kaleye gittim yakindaki, hohenzollern diye. kendisi bir prusya kalesiymis. Bleda'ya fotolari gosterince ben icinde deniz olmayan manzaralardan sIkiliyorum dedi. Evet lan, ayni hisleri paylasiyoruz.Bu yuzden evlenecegim adam kendisi di mi :) Tamam sisli bir tepede, iyi hos da. Ee hep yesillik hep yesillik. Ben de sikilinca manzaradan, kalenin duvarina oturup Oruc Aruoba okumaya basladim.
Istanbul'dan P.K.Dick magneti bulup aldim, buzdolabimin ustunde bir adet PKD var, bana bakiyor. Bleda anlamayanlara babam iste dersin diyegeyik yapti :)
Neyse ben ic bayici bu postumu az biraz bitireyim bari, Anovalar size, data analizleri bana girsin sevgili okur.
kac ay olmus ben yazmaya useneli. Kis uykusunda kis depresyonundaydim sanirsam.
Bir zor geldi yazmak anlatamam.
Oysa ki ablam kac kere dedi, yaz sen guzel oluyor okumak diye. facebook, twitter, eski usul mektuplarin yerini alan mektuplasmak derken yazmaya erindim. Evet boyle bir kelime var blog, Bilmiyorsan teessuf ederim.
The Smiths'ten There's a Light That never goes out dinliyorum. boyle de hemen 500 Days of Summer videosu paylasirim, oh be!
Arada gezdim tozdum, yedim ictim. Anlatirim belki sana da blog. Data analiziyle ugrasiyorum, sikkinim.
Ustume bir lab rotation ogrencisi kaldi, doktoramin ilk yilinda bir ogrenciye supervizorluk yapma serefine ulasmis oldum(fakir avuntusu bu, evet).
Arada Heidelberg'e gittim, bir sonraki postta onu anlaticiim. Tembelligimden zamaninda H.ya yazdigim maili koyacagim buraya :)
Gecen haftasonu Istanbul'daydim, cok gezdim tozdum, guzel kokteyller ictim. Indigo'da MFO diye bir frozen ictim, karpuzlu. Oh mis. Ismini unuttugum bir yerde tipitip kokulu ismini unuttugum bir kokteyl ictim o da guzeldi. Bir de H'nin deyimiyle 'cok degisik bir yer' sifati kazanmis olan (inner joke,anlatmasi zor geldi, pardon) Urban'da bloody mary ictim. Bu arada bloody mary dedigimde blackberry anlayan garsona da ayrica sevgiler, biz seni boyle de seviyoruz. H. benden tiksindi domates suyu iciyorum diye :D Beni ictigim domates suyuyla sevecek birileri var mi:D
neyse onun disinda bir kaleye gittim yakindaki, hohenzollern diye. kendisi bir prusya kalesiymis. Bleda'ya fotolari gosterince ben icinde deniz olmayan manzaralardan sIkiliyorum dedi. Evet lan, ayni hisleri paylasiyoruz.Bu yuzden evlenecegim adam kendisi di mi :) Tamam sisli bir tepede, iyi hos da. Ee hep yesillik hep yesillik. Ben de sikilinca manzaradan, kalenin duvarina oturup Oruc Aruoba okumaya basladim.
Istanbul'dan P.K.Dick magneti bulup aldim, buzdolabimin ustunde bir adet PKD var, bana bakiyor. Bleda anlamayanlara babam iste dersin diyegeyik yapti :)
Neyse ben ic bayici bu postumu az biraz bitireyim bari, Anovalar size, data analizleri bana girsin sevgili okur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)